Klinik doktora derslerimizden birinde bir kuramcıyı detaylı incelememiz gerekiyordu. Ben de Carl Rogers’ı seçtim, Danışan Merkezli Terapi’yi bize sunan kişi. Onun hakkında okudukça etkilenmem arttı ve sizinle paylaşmaya karar verdim…
Carl Rogers, 1902’de Illinios’de doğdu. Oldukça muhafazakar, çiftçilik yapan bir ailesi vardı. Ergenlik döneminde içine kapanık olarak, zamanının çoğunu doğada geçirdi. Üniversite’de önce Tarım okumaya başladı. Bir yandan da Papazlık okuluna gidiyordu. Sonra tarımdan tarih bölümüne geçti. Pekin’e yaptığı bir ziyaret esnasında “Hayatında ne yapmak istiyorsun?” diye bir seminere katıldı ve papazlık eğitimini bırakmaya karar verdi! Akabinde Columbia Üniversitesi’nde klinik psikoloji doktorasına kayıt oldu ve psikoloji alanına giriş yaptı. Mezuniyeti ile beraber 87 yıllık hayatının son günlerine kadar devam edecek çok başarılı bir kariyere adım attı. Hümanistik psikolojinin tanımlanmasında çok etkin rol aldı. 2 defa APA’dan (Amerikan Psikologlar Derneği) ödül aldı, bir dönem başkanlık yaptı. Psikolojinin yanı sıra aktif olarak dünyanın çeşitli yerlerinde barış görüşmelerinde de aktif rol aldı, ölümünden kısa bir süre önce Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi. Amerika’nın en etkin psikologlarından biri olarak halen kabul edilmektedir.
Onun eserlerini okumaya başladığımda beni en çok etkileyen bir önceki depresyon yazımda açıklamaya çalıştığım “olmamız gereken kişiden uzaklaşma” fikrini mükemmel bir şekilde ortaya koymasıydı. (Carl Rogers’la aynı düşünüyormuşuz demek istemem çünkü aşağı yukarı “insanı anlamaya” çalışan herkesin içinde olan bir anlayıştır bu.) Gerçekten olmamız gereken kişiden uzaklaştıkça problemler çıkmaya, hayatımız anlamsızlaşmaya başlıyor. Mesafe arttıkça patolojiler de artıyor, depresyona, yoğun psikoza kadar varıyor konu. Bu konuyu burada detaylandırmaya sayfalar yetmez, daha fazla okumak isterseniz en meşhur kitabını okumanızı öneririm. Geçen sene Okuyan Us’dan çıkan, dünyada milyonlarca satmış”Kişi olmaya Dair – On becaming a person” isimli eseri.
Carl Rogers’ı etkileyini yapan insana olan inancıydı. İnsanın kompleks bir organizma olduğunu ve bu kompleksitenin de arttıkça, ona esneklik verdiğini ve bu sayede büyük veya küçük felaketlere esneklik ve adaptasyon kazandırdığını anlatmaya çalışıyordu. Bunu anlatırken de eko sistemden örnek verirdi. Orman ile mısır tarlasını mukayese ederdi: Orman, gayet kompleks bir organizmadır ve eğer zararlı bir böcek bir bitkiyi yok ederse, orman onu telafi edecek yapıyı oluşturabilir. ancak zararlı böcek mısır tarlasına girerse, tarlayı tamamen yok eder, ortada tozdan başka birşey kalmaz!
Rogers’ın terapi dünyasına kazandırdığı önemli bir konu da danışanı terapisti ile eşit konuma koymasıydı. Danışanın kendisi için en iyiyi bildiğini savundu. Terapinin süresini, içeriğini, yoğunluğunu danışan belirlerdi. Terapistin sadece üç görevi vardı:
1- Uyum: Danışanı ile tam bir uyum içinde olmak, kendi görüşleri ne olursa olsun. Asla yönlendirme yapmaz.
2- Empati: Danışanını her koşulda kabullenmek
3- Saygı: Her an, tam saygı göstermek
Rogers tanı konmasını, kişinin etiketlenmesini de istemezdi. İnsan “olması gereken kişiliğe” yakınlaştıkça tüm rahatsızlıkların hafifleyeceğine, hatta tamamen geçeceğine inanıyordu. Yaklaşık 50 sene boyunca da binlerce kişiyle yaptığı çalışmalarla bunu ispatladı. Diğer kuramcılar onun yaklaşımını “hafif ve etkisiz” olduğunu söyleyebilirler ancak ben şahsen bu noktada onların egolarının devreye girdiklerini düşünüyorum. Çünkü bu yaklaşım onları herşeyi bilen “Tanrı” katından indiriyor. Danışanları ile eşit bir konuma getiriyor…
Tüm bu kavramlar halen yoğunlaştığım Regresyon Terapisinin de özünü oluşturuyor ve doğru yöntemle çalıştığımı bana hatırlatıyor 🙂
Eğer psikolojiye merakınız varsa ve özellikle “insan olmak”, “yaşam amacı nedir” gibi başlıklar ilginizi çekiyorsa yukardaki kitabı okumanızı tavsiye ederim….
Yorum Yaz